Dört arkadaş Zeynel-Kübra-Tutku<3Barış.
Zorlu hava koşulları, engebeli yollar, dağ tepe derken Barışla çıktığımız ilk yurtdışı tatilimiz Yunanistan oldu. Zeynel’de Kübra’da son derece uçuk kaçık dediğimiz arkadaşlarımız ve bu sebepten seyahatin çok eğlenceli olacağını biliyordum. Zor oldu çünkü Şubat ayını seçmiştik gerçekten çok soğuktu ama bir o kadar da keyifliydi. Farklı olsun istedik Yunanistan denilince akla ilk gelen yaz ayları, adaları, sıcak kumsalları oluyor ama biz birde kar altında kalan Yunanistan’ı görmek, o güzellikleri bu açıdan izlemek istedik. Dört kişilik bir arkadaş grubu olarak çıktığımız bu yolculukta ilk durağımız bir saatlik uçuşun ardından Atina oldu. Atinaya inişimiz çok keyifliydi,yukarıda çok güzel bir manzara vardı. Sıcak gözüküyordu ta ki inene kadar. Soğuktu ama hava güneşliydi iner inmez ilk işimiz oteli bulmak oldu. Gezilecek yerlere yakın, yürüme mesafesinde bir otele yerleştik biraz dinlenip koyulduk yola. Atinayı gezmemiz için birkaç günümüz vardı ve bu yeterli bir süreydi.
Şehir çok fazla yürüyüş yollarına sahip olan bir yer. Parkı, bahçesi çok var. Tabi ki antik tarihi de bir o kadar fazla neredeyse adım attığınız her yerde antik taşlara rastlayabilme şansına sahipsiniz. Ve tek bir bilet alarak şehirde ki tüm antik yerleri gezebilirsiniz. Biz ilk önce Zeus tapınağına gittik. Beni en çok etkileyenlerden biri oldu. Gerçekten devasa boyuttaki sütunlar çok büyüleyici, dakikalarca önünde durup seyrettiğimizi hatırlıyorum. O sırada aklınızdan geçen sorular oluyor, bunları buraya nasıl koydular, nasıl bu kadar güzel işleyebildiler, bunlar nasıl düşmüyor 🙂 gibi.. Ve hemen yakınında ki tepede bulunan o meşhur Akrapolis. Akrapolisin anlamı en yüksek tepe demektir.
Şehrin en değerli eşyaları burada toplanıyormuş yani tapınaklar, hazineler gibi. Ve tüm alan Tanrıça Athena’ya adanmıştır.Tabi çık çıkabilirsen. Üzerimizde kat kat kıyafetlerle haliyle adım atmak bile zorluyor. Taşların arasından biraz tırmanıyorsunuz bu sırada antik tiyatro olan Diyonisos ve Herodes Atticus Odeonun yanından geçiyorsunuz, ufak bir mola verip o muhteşemliği izliyorsunuz, insanın etkilenmemesi gerçekten olanaksız ve birkaç fotoğrafın ardından merdivenleri çıkmaya devam. Sizi karşılayan Nike tapınağı, Parthenon ve erekhtheion oluyor. Şehrin manzarasının güzelliği bir yandan tapınakların büyüleyici etkisi bir yandan ilk on dakika sadece nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz.
- Aşağıda ki videoya gözatmayı unutmayın ↓↓↓ ^^
En büyük tapınak olan Parthenon etkileyici mimarisi yanında kullanım amacı olarak da çok amaca hizmet etmiştir. Tapınak olarak, ibadet yeri olarak, cephanelik olarak da kullanılmıştır. Savaşlardan kalan hasarlar nedeniyle hala restorasyon görmektedir. Erekhtheion tapınağı da önemli bir yere sahiptir çünkü burası Poseiodon ve Athenanın tanrı olabilmek için savaştığı yer olarak geçer. Mitolojik hikayelere göre ise Athena bir zeytin ağacı yaratarak tanrıça olmuştur. Yunan askerlerinin zaferlerini betimleyen Nike tapınağı ise konumu gereği biraz dışarıda gibi gözüyor ancak çok güzel bir manzaraya eşlik ediyor.Buraya gelmeden önce kesinlikle bu yapıların mimari özelliklerini, yapılış amaçlarını, tarihini okuyarak gelmenizi tavsiye ederim. Baktığınız her şey çok daha etkileyici olacaktır. Eğer sanatla, felsefeyle ilgilenen biriyseniz burası çok özel bir yer, bastığınız her yerde antik yunanın esintilerini yakalayabilirsiniz.
Dönüş yoluna inerken yine patika bir yol seçtik, başta tabi ki Kübra olmak üzere (düz yolda bile düşebilen bir arkadaşımız) düşe kalka bol kahkahalı bir yol oldu 🙂 İndiğimizde bir pazara denk geldik, antikacılarla dolu bir yerdi. Aklınıza gelebilecek her şey oradaydı paralar, kıyafetler, takılar.. Denk gelirseniz mutlaka gezmenizi tavsiye ederim.
Tüm şehri izleyebilmek, akropolisi uzaktan görmek isteyenler için ise bir tepe mevcut adı Likavittos. Tüm şehir ayaklarınızın altında gibi hissedeceksiniz. Füniküler ile ulaşım mümkün. Biz bunu ilk duyduğumuzda şehri izleyerek fünikülerle çıkacağız sandık açıkçası ve heyecanlanmıştık. En öne oturmak için adeta köşe kapmaca oynadık, yerlerimizi aldık, video çekmeye başladık ama maalesef öyle olmadı bir tünelin içine girdik. Tam bir hayal kırıklığı içeride ufak ışık oyunları yapmışlar, hadi hayal kırıklığımızı nispeten giderdik diyelim Tarihi gezintiler dışında birazda sosyal hayattan bahsedelim, oldukça hareketli bir şehir olmakla beraber geceleri de bir hayli kalabalık. Biz kışın gitmemize rağmen hareketliydi.
Klasik bir caddesi var Ermou caddesi, herkesin söylediği gibi evet gerçekten istiklal caddesine benziyor. Bir çok mağaza ve cafeye sahip bir yer. Keyifli vakit geçirebileceğiniz, içkinizi içebileceğiniz her an kalabalık yerlerden. Kübra ve Zeynel müzik eşliğinde cadde boyu dans etmeyi ihmal etmediler 🙂
Yemek konusunda da sıkıntı çekmezsiniz buraya gelirseniz. Çünkü zaten damak tatlarımız çok uzak değil. Keyifli yiyecekler mevcut. Özelikle bir yeri çok sevdik gülen surat şeklinde bir döner ekmeği düşünün içi bol soslu bir sandviç, hem çok lezizdi hem de görünüşü güzeldi.
Gelelim bir sonra ki durağımız olan Meteora’ya. Trenle uzun bir yolculuğa çıktık, sanırım tüm yolculuğumuz boyunca unutamayacağın anlardan biri bu yolculuktu. O kadar keyifliydi ki. Size şöyle bir ortamdan bahsedeyim. Hafif sarı ışıklar altında loş bir ortamda masalar var siz en sevdiğiniz insanlarla birlikte oturuyorsunuz, dışarıda yemyeşil dağların arasından geçerken birden bir tünele giriyorsunuz, bu tünel biraz uzun sürüyor ve çıktığınızda her yer kar, bembeyaz, sevdiğiniz kişiye sarılıp biraz uykuya dalıyorsunuz, ara ara gözünüzü hafifçe açıp, dışarıyı izleyip, hayallere dalıp tekrar uykuya geçiyorsunuz. Arkadaşınız resim çiziyor ve trende hiç tanımadığı bir kıza hediye ediyor, kızın o tepkisi, suratında ki utanç ve gülümsemeyle teşekkür edişi, resmin güzelliği, ortamın sıcaklığı her şey o kadar keyifli ki bıraksalar o trende sonsuzluğa kadar gitmek istersiniz.
Tüm bu güzel duyguları yaşarken Meteora’ya vardık. Trenden inmemiz ile beraber bizi karşılayan aşırı soğuk, sis ve dağlar oldu. Öyle bir kasaba ki kimse yok. Çoğu yer kapalı. Hani böyle filmlerde olur ya kasvetli bir yer de yürür ve karşına yanıp sönen otel yazısı çıkar işte tam da öyle bir ana tanık oldum, biz dört gezgin sırtımızda sırt çantaları biz nereye geldik böyle diye düşünürken karnımızı doyuracağımız bir yere girdik. İçeride herkesin kafası güzeldi, elli yaş üstü amcalar, teyzeler bir yandan demlenip bir yandan çok koyu bir sohbete tutuldular her ne kadar anlamasak da dinlemek eğlenceliydi. Karnımızı doyurup otelimize gittik bizi karşılayan alkolik otel sahibi teyze ile anlaşmamız çok zor oldu, o ne diyorsa biz hiç birini anlamıyoruz. Elinde yoğurt, kleopatra koltuğunda kucağında ki süs köpeğiyle her gün bizi selamlıyordu, gerçekten tuhaftı. Her şey tuhaftı bu kasabada, doğru düzgün insan yüzü görmüyorduk, gördüklerimiz de enteresandı. Neyse bizim buraya asıl geliş amacımız dağlara çıkmak ve manastırları gezmekti. Bir tur firması bulduk ve ertesi güne ayarladık. Sabah erken saatte bizi almaya geldiler ve yukarı doğru yola koyulduk manastırlar en tepedeydi. Zamanında Osmanlıdan kaçmak için en tepeye yapmışlar, zarar gelmesin, korunaklı olsun diye. Çok dönemeçli ve yüksek yerlere çıktık. Manzara gerçekten nefes kesiciydi, hava eksi kaçtaydı gerçekten bilmiyorum ama çok soğuktu biz bir tepenin üzerindeydik, karşımızda dağlar sadece tepeleri gözüküyor, aşağısı uçurum ama sisle çevrili olduğu için hiçbir şey göremiyoruz, o kadar güzel bir denge vardı ki gerçekten bazı anları, duyguları kelimelere dökmek imkansız gibi geliyor. Servis şoförümüzü anlatmadan geçemeyeceğim, evet anlıyoruz bize manzarayı göstermeye çalışıyor ama beş dakikada bir bizi arabadan indiriyor manzarayı izletiyor yani elli metreyi elli dakika da ilerleyebildik artık o kadar çok üşüdük ki sinirden gülmeye başladık tam oturuyoruz yerimizden kaldırıyorlar ama manzaranın açısında değişen hiçbir şey yok. Zeynel hayatında sanırım hiç bu kadar söylenmemişti 🙂 Manastırların içine girdiğinizde tabi burada da etek giyiyorsunuz ama onun dışında çok ağır bir koku sizi karşılıyor hacı yağ gibi bir şey. İçerisi son derece karanlık bir yer.
Artık acıkmaya başlamıştık ve çok üşüyorduk ben akıllılık edip yanıma ekmek ve fıstık ezmesi almıştım dağın tepesinde donarak fıstık ezmesi yemek enerji verici olmadı maalesef döndüğümüzde ilk işimiz market alışverişi oldu akşama hazırlık yaptık çünkü meşhur tatlı şaraplarından içecektik.
Keşke içmeseydik. Hayatımda bu kadar kötü bir içki içmemiştim . Şöyle bir şey düşünün alkollü aşırı tatlı Osmanlı şerbeti. Ama almış bulunduk üç dört şişe mecbur içtik zaten bir yerden sonra tadını almamaya başlıyorsunuz. Ama öncelikli sorunumuz mantarı nasıl çıkaracaktık internetten şarap açma yöntemlerine baktık şişeyi ayakkabının içine koyup duvara vurduğunuzda mantar kendini atıyormuş, deneyelim dedik ve Kübra nın ayakkabısını seçtik ayakkabı hasar görse de mantar son derece sağlam duruyordu. Biz de anahtarla açmayı denedik anahtar kırılsa da mantar hala sağlamdı gerçekten beceriksizdik en son yol olarak aşağı inip sarhoş teyzeye açacak sormak oldu 🙂 Sonunda açmayı başardık. Derken kafalar güzel bir şekilde Sezen Aksu dinliyorduk sanırım biraz yüksek sesle dinlemişiz ki kapı çaldı. Açıp açmamak arasında kaldık ama açtığımızda karşımızda bir türk vardı. Sezeni duyunca gelmek istedim dedi yan oda da kalıyormuş bizde davet ettik her beraber şarkılar eşliğinde keyifli bir akşam geçiriyorduk ki Kübra tüm şişeleri içip kusana kadar. Artık burada daha fazla kalmamızın bir anlamı olmadığının farkında varıp trene atladık.
Road to Selanik…
Metropol, hareketli olan başlıca şehirlerinden biri Selanik’de ilk uğradığımız yer tabi ki Atatürk’ün evi oldu. İnsanı duygulandıran kimi zaman tüyleri diken diken eden bir yer. Onun yaşadığı yerleri görmek, çocukluğunu izlemek bunlara tanık olmak etkileyiciydi. Ayrıca ücretsiz olması da beni şaşırtan bir şey oldu. Sınıra yaklaştıkça tabelalar, cafeler değişmeye başladı. Çay bulunur, demli çay bulunur, türk kahvesi bulunur gibi yazılarla karşılaşmak keyifliydi. Evimizin bulunduğu yer sahile yakın, uygun fiyatlı ve çok güzel bir yerdeydi. Ana caddeye çok yakındı. Biraz şehri turladık, sahilde gezdik caddenin tam ortasında Barış’la beraber el ele döndük ve videoya çektik bunu gittiğimiz her şehrin meydanında illa ki yapıyoruz 🙂 Vee akşam yine içmeye karar verdik fiyatlar gerçekten uyguna geliyor bu sefer biraz hızlı içtik ben biraz midemi bozdum, biz Zeynel’le dans ederken bir yandan Kübra sebepsizce ağlıyor, Barış hiç sarhoşluğunu çaktırmıyor, eğlenceli saatlerdi. Meyhaneleri ise ayrı bir güzel, hava çok soğuk olduğundan sanırım bulmakta zorlandık ama bir yere oturduk. Mezeleri çok lezzetliydi, bize benziyorlar tat açısından, bir yandan uzo içip sohbet etmek, uzun uzun masa başı sohbetleri onlarda da var buna eşlik etmek bir o kadar keyifli oluyor. İkramları çok fazla nereye oturursanız oturun önce su ikram ediyorlar yemekten sonra da kalkarken tatlı ikram ettiler, gerçekten sıcak kanlılar ve gelen hesapta şaşırtıcı oluyor kişi başı beş ila on euro arasında bir hesap ödüyorsunuz tüm geceye rağmen 🙂
Son olarak Kavala’ya geçtik. Ancak Kavala’da kalacak bir yerimiz yoktu çünkü gece yarısı otobüsle İstanbul’a dönecektik. Öğle saatlerinde otobüsle Kavala’ya geldik. Sanki otobüsle Bodrum’a iniyormuşsunuz gibi bir izlenim veriyor, yollar çok benziyordu zaten nispeten Bodruma!da benzeyen bir yer. Bizim paralar biraz suyunu çekmeye başlamıştı ve yine açtık, şehri gezmeye başladık yine yokuş yukarı çıkıyorduk tepede ki kaleye ulaşmaya çalışıyorduk. Peşimize iki köpek takıldı resmen bize yolu gösterdiler ama kale kapalıydı, hayal kırıklığı oldu geri döndük. Sahile indik, Zeynel yere oturdu ve şakasına dilenmeye başladı görenler güldü geçti, komik bir andı bizim için bu arada döneceğimiz otobüs gece yarısı bizi su kemerinin altından alacağını söylemişti tabi bu durum biraz tedirginlik verici çünkü her hangi bir şube yok sadece büfe ve su kemeri var. Akşam ise bir cafeye oturduk artık çok yorulmuştuk, hasta gibi hissediyorduk herkes bir köşeye bayıldı ve otobüs saati gelene kadar beklemeye başladı 🙂 Böyle biraz adadaymışsın hissi veren bir yer Kavala. Vakit geçirmek için dolaşırken öyle bir yer keşfettik ki denizin ortasında kayalar dizilmiş ama o kadar güzel duruyorlar ki hemen indik aşağıya kayaların üzerine çıktık gün batmak üzeriydi, hava kızıllaşmıştı, biz üşüyorduk ama manzara yine çok güzeldi. Ben Barış’la benim için bir tişört bastırmıştım, üzerinde dünya haritası olan, gittiğimiz her ülkeyi renkli ipliklerle dikelim ve gittiğimiz her yerde, güzel bir manzara da, bu tişörtlerle fotoğraf çekinelim diye işte Kavala tam da olması gereken bir yerdi, tüm soğuğa rağmen fotoğraf aşkına o kareyi yakaladık. Bizim için özel anlardan biri de bu, umarım o tişört tamamen dolana kadar seyahat etmeye devam ederiz. Bu güzel anları paylaşmak, yazmak en az seyahat etmek kadar keyif verici. Kendimi yazarken başka bir alanda daha keşfediyorum. Çünkü tekrar tekrar o anları yaşıyorsunuz, gülüyorsunuz, hatırlıyorsunuz. Seyahat etmek güzel şey hele ki yanınızda sevdiğiniz insanlar varsa, gittiğiniz yerin hiçbir önemi yok, tüm ön yargılarınızı bir kenara bırakın ve yola çıkın size eşlik edecek insanlar olduğu sürece gittiğiniz her yer size dünyanın en güzel yeriymiş gibi gelecek…
(bu arada saat tam on iki de su kemerinin altına otobüs geldi ve İstanbula döndük 🙂
0 yorum