Avrupa’nın en tarihi ve sanatsal şehirlerinden biri olan Prag beni tam da kalbimden vurmuştu. Hem de benim için özel bir günde.
Size her yeri sanat kokan bu ortaçağ şehrini anlatmaya başlamadan önce hayatımda ki en özel kişiye, Barış’a Doğum günüm de böyle güzel bir seyahat planladığı için teşekkür ediyorum 🙂
Gelelim Orta Bohemya ve Vltava Nehrinin üzerinde yer alan, Çekya’nın başkenti, Şehirlerin Anası, Avrupa’nın Kalbi olarak bilinen Prag gezimizden topladığımız anıları paylaşmaya. 30 Mart sabahı yola koyulduk. Hava alanında ki koşuşturmaca, panik ortamı ve tüm işlemler bittikten sonra ki uçağı bekleyiş anı bizim en sevdiğimiz duygulardan çünkü her yolculukta yeni bir merak içinde oluyor insan, yeni beklentiler, bilinmedik bir yere atılacak olan adımlar, acaba bir sorun olur mu endişesi, seni bekleyen anların güzelliği gibi onlarca şey düşünürsün. Seyahat heyecan vericidir, bir kere gerçekten deneyimlendiğinde duygularının farkına varırsın, onları henüz yitirmediğini anlarsın ve doyasıya hissetmek istersin, artık hep istersin, sonu gelmez bir seyahate çıkmışsındır. Bunları yazarken bile yeni bir otobüs yolculuğu yapıyorum, yine bilmediğim bir yere doğru ilerliyorum ve yine doyasıya heyecanlıyım 🙂
Dönelim 30 Mart’a, havanın güzel olması bana ilk hediyemi vermişti. Biraz soğuktu ama güneşliydi, hafif sisliydi ve tam bir ortaçağ havasını andırıyordu. Havaalanından otobüse bindikten sonra kısa bir yolculuğun ardından şehrin merkezine ulaştık. Konaklayacağımız yere doğru ilerlerken sürekli durup bu ne ya, bu nasıl bir yapı, dur bu son fotoğraf, hadi Tutku az zamanımız var, buradan daha sonra yeniden geçeceğiz hadi gibi diyaloglarla geçti ve ben çoktan tutulmuştum bu şehre. Eşyalarımızı bırakıp kendimizi hemen sokağa attık ve meydana doğru yola çıktık, yaklaşık iki sokak uzaklıktaydık ve yalnızca beş dakika yürüdük. Görülecek çoğu şey Old Town Meydanı etrafında toplanmış ve genellikle her yer yürünebilecek mesafedeydi. Bu meydanın tarihi 11. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Hemen her bina barok ve gotik mimariye sahiptir.
Okulda sanat tarihi dersinde uzun uzadıya işlediğimiz barok akımını gerçekçi gözle görmek hayranlık uyandırıcı. Binaların üzerinde ki heykeller, resimler, tüm bu güzelliklerin bunca yıl korunup günümüze kadar gelmiş olması kesinlikle çok muhteşem. Meydanın en önemli eseri, Prag’ın da simgesi haline gelmiş olan Astronomik Saattir. Bu saatin enteresan bir de hikayesi vardır. 15. yüzyılda Hanus tarafından yapılmış olan bu saat tüm dünya tarafından büyük ilgi görmüştür. Sebebi ise dünyanın, ayın ve güneşin konumlarını göstermesi, burçları betimlemesiymiş. O kadar güzel bir saatmiş ki kral Hanus’un bu saatin aynısı başka bir yerde yapmaması için gözlerini kör etmiş. Çok sinirlenen Hanus ise saati bir daha düzelmemek üzere bozmuş ve intihar etmiş. Ama maalesef biz gittiğimizde saat bakıma alınmıştı. Üzerinde her saat başı dönen bir animasyon vardı. Bu animasyonda ise. Hz. İsa, 12 havaris, iskelet ve horozun ötüşüyle son bulan bir dakikalık gösteriden oluşuyor. Saati göremesek de animasyonu bekledik ama hiç tatmin olamadık. Hatta herkes bittiğinde bu muydu dercesine alkışladı ve güldü.
Meydan da Paskalya havası çok açık bir şekilde belliydi. Çünkü her yerde çadırlar, panayırlar kuruluydu ve sıcak bir ortam vardı. Dans gösterileri, enteresan müzik aletleri vardı. Yanlış anlamadıysak vazo gibi bir şeyin içinden saça benzeyen uzun bir şey çıkmıştı ve elinizle o saça sürtündüğünüzde garip bir ses çıkarıyordu anlam veremedik ama eğlenceli gözüküyordu 🙂 Herkes birasını ve etini almış meydanın güzelliği eşliğinde günün tadını çıkarıyordu bizde onlara eşlik ettik. Sosisleri oldukça ünlü hemen hemen her köşe başında bir sosisçiye rastlamanız mümkün. Hava kararmaya başlamıştı ve biz gün batımını kaçırmadan Charles köprüsüne doğru hızla yürümeye başladık. Köprüye geldiğimizde aşırı bir kalabalıkla karşılaştık. Gerçekten de adım atılamayacak bir yoğunluk vardı. Gelmeden önce hangi saat diliminde giderseniz gidin asla o köprüyü boş bulamayacağımıza dair bir yazı okumuştum ve bu manzarayı gördükten sonra inandım. Ama ne kadar kalabalık olursa olsun bu manzara görülmeye değer. Özellikle tavsiye ediyorum açık hava da, gün batımında mutlaka, sevdiğiniz insanla beraber manzaranın keyfini çıkarın. Binaların güzelliği bir yandan, köprünün güzelliği bir yandan her şey sizi huzurla doldurmak için planlamış gibi…
Artık acıkmaya başlamıştık kalabalığı yara yara ilk gördüğümüz geleneksel bir restauranta girdik. Ortam sıcaktı ancak biz menüden hiç bir şey anlamamıştık, ingilizce yazmıyordu. Araştırmalarımıza göre meşhur olan biftekli yemeklerinin isminden sipariş ettik ve pilsener biralarını istedik. Eti bir kenara bırakıyorum çünkü aldıkları paraya göre çok az bir et gelmişti. Ama bira hayatımda içtiğim en lezzetli biraydı. Böyle hem yoğun bir tadı var hem de aşırı bir gazı yok. Barış’a kalsa tek yudumda bitirecekti. Ayni zamanda tek bir bardağı bile beni hafif çarpmıştı, kesinlikle tadı hala damağımızda. Tüm günün koşuşturması bizi yeterince yormuştu bu yüzden ilk gün daha fazla kendimizi yormadan bitirdik. İkinci gün için erkenden tekrar yola koyulduk. İlk durağımız Prag Kalesi oldu. Burada görülmesi gereken güzel yerler vardı ama öncelikle çıkılması gereken zorlu bir merdiven bizi bekliyordu. Merdiven başlarına büfe açıp bira satıyorlar bizce iyi düşünmüşler her geçen mutlaka uğruyor, bizde onlardan biri olduk 🙂 Merdivenlerin sonunda sizi tüm şehri görebileceğiniz bir manzara karşılıyor. Tabi fotoğraf çektirmeye çalışan bir çok insanla beraber. Biz de yine onlardan biriydik 🙂
- Aşağıda ki videoya gözatmayı unutmayın ↓↓↓ ^^
Vee tabi ki Aziz Vitus Katedrali. 1344 yılında inşa edilen bu katedral gotik mimarinin en güzel örneklerinden biri. Etkileyici bir yapıya sahip olan bu mimari bizi dakikalarca kendine kitledi, her bakışınızda başka bir detayına takılıyorsunuz. Ancak bizi en çok üzen şey içine giriş için kuyruğa girmeniz gerek ve kuyruğun sonunu göremiyorduk. Ne yazık ki bizim o kadar vaktimiz yoktu. Biz de yeşil bira içmeye karar verdik. Yine elimizde bira ve cipsimizle başka bir meydan da yerimizi almıştık ve hafiften de yağmur atmaya başlamıştı ama bizim keyfimiz son derece yerindeydi, şehir muhteşemdi, yanımda olan insan çok özeldi.. Şehir insanı biraz hüzünlü ama huzurlu bir havaya sokuyor. Bunun sebebi orta çağ etkilerinin hala korunuyor olması ve şansımıza havanın puslu olmasıydı. Tekrar kalabalığın içine girmek için kaleden aşağıya doğru yürümeye başladık. Ve her üç kişiden ikisinin elinde olan Trdelnik. Sonunda deneme vakti gelmişti. Görüntüsü tıpkı Budapeşte’de yediğimiz ama hiç tatmin olmadığımız düğün kekine benziyordu. Evet tadı da aynıymış ruloya sarılmış hamur hafifçe kızartılıyor, şekere ve tarçına bulanıyor, içine çikolata sürülüyor ve biz bir de dondurma koydurttuk. Bir öğünlük yemek ihtiyacınızı karşılıyor 🙂 Dökmekten yiyemesem de bence lezzetliydi ama çokta muhteşem değildi.
Burası oyuncakçıları ile ünlü bir yer, çok tatlı ve sanki eski zamanlardan kalma oyuncakçılar. İçeride çoğu şey tahtadan ve el yapımı. Kuklalar, bez bebekler, arabalarla dolu. Ayrıca Hamley’s oyuncakçısının en büyük mağazası sanırım burada. İçerisi bildiğiniz lunapark. Her yer oyuncak, aşağı kata ulaşmak için kaydırak bile koymuşlar, büyük küçük demeden herkes biniyor, oyun oynuyor, çocuklar yerlerde her şeyi istiyor ve ağlıyor. Sanırım bir saatten fazla orada kaldık ve çocuklar gibi eğlendik. Oradan en değerlim Eylem’e (teyzeyim ben 🙂 beyaz bir kedi aldım. Çünkü öyle bir yer ki bir şey almadan çıkmanızın imkanı yok 🙂 Yürümek, oynamak, gezmek yeterince bizi yormuştu, FatCat denilen çok lezzetli etlere ve tabi ki yine çok lezzetli biralara sahip olan bir restaurantta geceyi sonlandırdık ( çoğu restaurant kendi birasını kendi üretiyor, en çok bira tüketen şehir olmakta haksız değiller) ama biraz fazla erken olmuş 20.00’de uyuya kalmak hoş olmadı tabi ama sebebi vardı. Bir önceki gece verdiğimiz paraya hiç değmeyen et yüzünden sonra ki gece neredeyse 500 gr et yedik, acısını çıkarmak istedik ama fazla ağırlık yaptı sanırım on iki saat uyuya kalmışız. Sabah uyandığımızda nasıl uyuruz, diye söylendik ve sabahın köründe yollara attık kendimizi çünkü öğleden sonra uçağımız vardı ve daha görmediğimiz yerler vardı. Güneşin ilk ışıklarıyla beraber dışarı çıktığımızda hava serindi ama sokaklarda kimse yoktu, mahzen kapılarını andıran üstü kapalı sokaklardan hızlıca el ele yürüyorduk, bizim amacımız vakit kaybetmemekti ama dışarıdan orta çağda sabah kimse uyanmadan evden kaçmaya çalışan bir çift gibi gözüküyorduk 🙂 bunları düşünürken bir yandan da ilk olarak dans eden eve doğru varmak üzereydik. Bu ev daha önceden zarar görmüş bir binaymış onun yerine bu modern binayı yapmışlar şehre farklı bir hava vermiş, tüm gotik, barok mimarinin içinde bu bina gerçekten farklı duruyor. Dans eden iki figürü anlatıyormuş. Bizde çoğu turistin yapmaya çalıştığı pozisyonda fotoğraf çekmeye karar verdik.
Çünkü yapmazsak olmazdı 🙂 kaç kere denedik sayamadım, bir ben geçiyorum tekme atmaya çalışıyorum binaya bir Barış geçiyor ben çekiyorum ama başardık, yaptık !!! Bir o kadar da eğlendik tabii. Gitmemiz gereken yerleri uzattıkça uzatıyorduk çünkü dönmek istemiyorduk bu aşk şehrinden. Yahudi mezarlığı ziyareti, Lennon duvarı yürüyüşü, Kafka’yı anma, Mucha’dan sohbet, seks makineleri müzesi derkenn soluğu IcePub’da aldık. Burası aşırı soğuk olan son durağımızdı. İçerisi -7 dereceydi ve en fazla yirmi dakika durma süremiz vardı. Bizi astronot gibi giydirdiler ve içeri aldılar, buzdan yapılma bardaklarımız eşliğinde içkilerimizi donarak içmeye çalışıyorduk. Barmen hızlı için eriyor bardaklar dedi bizde kafamıza dikip on dakikanın sonunda donduğumuzdan ötürü oradan ayrıldık. Dışarı çıktığımızda içkiyi hızlı içtiğimizden mi, sıcağa kavuştuğumuzdan mı bilmiyorum ama başım bir süre fena döndü, fena çarptı 🙂
Artık havaalanına gitme zamanımız gelmişti ama biz zerre buradan ayrılmak istemiyorduk. Sanki doyamamıştık ve daha görülmesi gereken yerler vardı, yetmemişti bize bu süre. Bence zaten buraya hiç bir zaman doyamam ama hoşuma gitmeyen şeyler de olmadı değil. Evet şu zamana kadar gördüğüm en güzel şehir gerçekten burasıydı ama bu ortaçağ havası insanı gerçekten bir süre sonra bunalıma sürüklüyor ve yerlisinden çok turist olması da biraz rahatsız edici. Yine de Barış’a bence burası bir film seti ve birazdan kameraları göstereceksin bana dediğimi hatırlıyorum. Tabi ki herkeste aynı duyguları uyandıracak diye bir şey yok. Ben gotik mimariyi gerçekten sevdiğimden, ilgilendiğimden bu kadar etkilenmiş olabilirim.
Kısacası benim fikrim aşk dolu, sanat dolu, orta çağ dolu bu şehri paylaşacağınız insanı iyi düşünün, biraz kafa dağıtalım, bir kaç gün içer geri dönerizden çok daha fazlası var burada.
0 yorum