Seyahate çıktığınız her insan size bir şeyler öğretir, farklı bakış açılarını gösterir, başka güzellikler keşfetmenizi sağlar kısaca seyahat arkadaşları iyidir dedik ve bu sefer bambaşka yolculuk arkadaşlarıyla beraber yola çıktık. Barış’ın kuzeni, eşi ve arkadaşları eşlik etti bize :))
Yaklaşık 13 saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından İstanbul’dan Kaş otogarına vardık. Otobüsün güzergahı Fethiye üzerinden geçtiği için yol biraz daha fazla sürüyor. Otogarla otel arası bir iki dakikalık yürüme mesafesinde. Adı da ‘mimosa otel‘ temiz ve şirin bir oteldi. Gerçi Kaş’ın geneline baktığımızda toplamda yarım saat içerisinde her yerini gezmiş olursunuz. Ufak ama çok samimi bir yer. İlk gün öğle saatlerinde Kaş’a vardığımız için pek fazla plan yapmadan 15 km gerimizde kalan Kaputaş plajına gittik. Yine otogardan servis kullanarak ulaşım sağlanabiliyor. Vardığınızda tepeden izleyebileceğiniz muhteşem bir manzara sizleri karşılıyor. Denizin rengi gerçekten mavinin her tonunu barındırıyor. Tabi durup dakikalarca fotoğraf çekildikten sonra başlıyorsunuz dik merdivenleri inmeye. İndikten sonra ise yukarıda hissettiğimiz güzel duyguları yaşayamadık. Çünkü, öncelikle şezlong ve şemsiye fiyatları yüksekti, deniz ciddi derecede soğuktu ve çok fazla dalga vardı. Suyun içine yarım saatlik bir titremenin ardından girdikten sonra çıkamıyorsunuz çünkü dalgalar buna izin vermiyor 🙂 Yattığınız şezlongda şapka takıp kitap okuyamıyorsunuz çünkü rüzgar buna da izin vermiyor. Ama biz maalesef öğleden sonra gitmek zorunda kaldık. Yerli halk sabah gidip öğle vakti dönülmesini tavsiye ediyor, sebebi de yukarı da saydığım nedenlerden dolayıymış. Fiyatlar hariç.
Şöyle ki Kaş’ın içerisinde pek fazla plaj yok gördüğümüz kadarıyla bir kaç tane var. Bunların dışında tekne turu, Kaputaş, Patara, Kabak Koyu gibi seçenekler mevcut. Biz bir seçenek daha keşfettik ve çok memnun kaldık. Servis ile beş on dakikalık bir mesefade meslek lisesi öğrencilerinin işlettiği Akçagerme adında bir plaj var. Oldukça temiz ve durgun bir denize sahip. Kaydıraklı havuzu da mevcut ve fiyatlarda çok uygun. Tavsiye ediyoruz. Gelelim Kaş akşamlarına. Çok samimi bir yer olduğunu söylemiştim. Dar sokakları, güzel ışıkları, lezzetli şarapları, rakı içmek için keyifli mekanları çokça bulunuyor. Biz Üzüm Kızı diye bir mekanı tercih ettik. Biraz tepede kalıyor bu sebeple Kaş sahilini izleyebilme şansı yakalıyorsunuz. Çok büyük bir yer olmadığından fazla kalabalıkta olmuyor. Barış’la şaraplarımızı yudumlarken birden havai fişekler patlamaya başladı. Güzel bir tesadüf oldu ve geceye biraz daha renk kattı 🙂 Ufak ama değerli anlara eşlik etmek, onları farketmek seyahat tutkusunu besleyen en önemli sebeplerden biri. İşte o zaman her şey renklenmeye, zenginleşmeye başlıyor. Bizde her seyahatimizde yaptığımız gibi yine öyle yapmaya özen gösterdik.
Kaş ve koyları. Denizin berraklığı ve doğal güzellikleri.
Bu tura çıkmak istediğinizde iki farklı seçenekle karşılaşabilirsiniz. Kekova tarafını gezen veya adaları gezen tur. Biz Kekovayı seçtik. Böylece Batık Kent’i görme şansı da yakaladık. Sahil boyunca bu turları düzenleyen firmaları görebilirsiniz. Sabahın erken saatlerinde yola çıkılıyor. Kısaca Kekova tarihinden bahsetmemiz gerekirse; Akdenizin Türkiye’ye ait olan en büyük adasıdır, ada ve çevresindeki arkeolojik, doğal koruma alanları “Kekova Sit Alanı” olarak adlandırılmıştır. Önceleri Likya Uygarlığı’nın daha sonra da Roma İmparatorluğu’nun etkisinde kalan yörede günümüzde de yerleşmeler vardır. Üçağız (Theiminssa) ve Kale (Simena) köyleri günümüzdeki yerleşimlerdir. Ancak tarihte önemli bir liman olan bu yerleşim alanı ile ilgili arkeoloji kazıları yapılmadığından sınırlı sayıda bilgi sahibiyiz. Tarihi gezinin ardından yerleşim alanı olan bir köyde durup ufak bir gezintiye çıktık. Enteresan ama düz bir yol yoktu ve evlerin içinden, bahçesinden geçerek ilerleyebiliyorsunuz. Tepede kale olduğu söylendi ama biz köyün içinden yürüyüp sahile ulaştık. Sahilde, denizin içinde yürüme alanı var. Yürüyorsunuz, yürüdükçe su yükselmiyor, hep belinizde ve etrafınızda yine Batık Kent’in izleri, kral mezarları var. Bu bilgileri gitmeden önce araştırabileceğiniz gibi tur esnasında çalışanlardan da öğrenebilirsiniz. Doğa ve tarihle iç içe olan Kekova kesinlikle uğranması gereken yerlerden. Batık Kent’in dışında biz üç veya dört farklı koyda durup denize girdik. Başta Kaputaş gibi çok mu soğuk acaba dedik ama atlayınca suyun sıcaklığının ne kadar mükemmel olduğunu farkettik. Durgun, berrak, tertemiz koylara sahip olan Kaş şu zamana Türkiye’de görmüş olduğum en güzel denize sahip yerlerden biri. Tüm gün güneşin altında yandık, e haliyle de uzun bir tekne sallantısının ardından güneş sıcaklığını kırmaya başlamıştı. Biz de dönüş yoluna geçmiştik. Tüm gün Barış’ı güneşten koruma altına almaya çalışmıştım ama benim yüzüm yanıyordu. Tekneden indiğimizde hala sallanıyordum ve ve güneş ciddi bir şekilde canımı acıtmaya devam ediyordu. Akşam yemek yemek için dışarı çıkıldığında çok fazla seçenekle karşılaşıyorsunuz. Tüm mekanlar birbirinden güzel ve samimi. Evet kesinlikle kalabalık ama bu insan fazlalığına rağmen tatilde olduğunuzu farkedip, huzuru yakalayabileceğiniz yerler çok fazla var. Biz çok yorgun olduğumuzdan ve ertesi gün önemli bir gün olduğundan kendimizi daha fazla yormadan günü lezzetli bir dondurmayla kapatmayı tercih ettik.
Tur firmalarının bittiği yerde dalış tekneleri başlıyor. Hiç durur muyuz zaten Kaş’a asıl geliş sebebimiz bu olduğundan yine erken saatte kendimizi başka bir teknenin içinde bulduk. Dört kişi geldiğimiz tatilimize iki kişi daha katarak gergin başlayan güne günaydık dedik. Gergindik çünkü Barış hariç hiç birimiz daha önce böyle bir şey deneyimlememiştik. Özellikle ben kulağımdan sorunlu bir insan olduğumdan daha çok gergindim. Arabayla bir tepeye çıktığımda bile kulağım tıkanırdı. Uçakta, özellikle iniş sürecinde çok acı çekiyordum. Şimdi ise dalış yapmaya gelmiştim. Ölüm sözleşmemizi de imzladıktan sonra artık hazırdık 🙂 Önce dalış yapanları izleyerek başladık. Sonra bir eğitmen sözlü olarak ufak bir eğitimden geçirdi bizi. Suyun altında iletişimi anlattı. Su altında çıkabilecek sorunlardan bahsetti mesela gözlüklerimiz bazen buharlaşabilirmiş bunu önlemek için bebek şampuanıyla dalmadan önce yıkarlarmış. Kişisel gözlüklere tükürülebilirmiş bu da buharı önlermiş 🙂
Asıl amacımızın suyun altında nefes alabilmek ve su altı dünyasını tanımak olduğundan bahsetti. Suyun altına girerek başka bir canlı dünyasına geçtiğimizi ve onlara saygı duyarak gezmemiz gerektiğini çünkü oranın bize ait değil onlara ait olduğunu, bizim yalnızca orada misafir olduğumuzu hatırlattı. Tüm bu güzel bilgilerden sonra hazırlanmaya başladık. Önce yalnızca paletle yüzmeyi denedik. Bir yandan da ben kendimi, kulağımı deniyordum ama hemen bir sancı giriyordu. Derken bizi giydirmeye başladılar. Bizim ekipten bir çift dalıp çıkmıştı bile ve çok güzel olduğundan bahsediyorlardı. Bir de bana sorun Gözümüzde bir şey, ağzımızda bir şey, belimizde ağırlıklar, fazla sıkı bir kıyafet ve oldukça ağır bir tüp. Bitmiyordu giydirdikçe giydiriyorlardı. Oturduğum yerden kalkmamın imkanı yoktu. Sağolsunlar ensemden tutup teknenin ucuna kadar getirdiler. Barış bizi çekiyordu ama videoları izlediğimde gerginlikten gülemediğimi farkettim 🙂 Ve eğitmen konuşmaya başladı ”parmak ucuna kadar gel, ileriye bak, üç deyince kocaman bir adım at, atlama”
Atlamadım, adım attım ama nefes almayı unuttum, gözüme su kaçtı. Daha dalmamıştım bile. Neyse eğitmenim hemen beni tuttu, sakinleştirdi. Gözlerim Barış’ı arıyordu biraz daha fazla gerilmiştim ama yapıcaktım. Eğitmenden okey işaretini aldıktan sonra bir ”pısssss” sesiyle batmaya başladık. Ve benim kulaklarda sinyal vermeye başlamıştı. 20 dakikalık bir dalışın yaklaşık 10 dakikasını kulaklarımı açmaya çalışarak geçirdim. Arada bir Barış’ı gördüm. Daha doğrusu gösterdiler, eğitmen işaret ediyormuş bana, Barış el sallıyormuş ama ben kendi canımın derdinde olduğundan hiç birini farketmedim en sonunda eğitmen beni ensemden tutup Barış’a çevirdi. Ve fotoğraf çekmek için bir araya gelmeye çalıştık. Ama ben sabit duramıyordum, yukarı doğru gidiyordum, eğitmen ayaklarımdan beni tekrar aşağıya çekiyordu. Tam bir komediydi, 20 dakika bana 20 saat gibi gelmişti, arada unutup nefesi burnumdan veriyordum bu yüzden gözüme su kaçıyordu, uzun bir boğuşmadan sonra teknenin merdivenlerini gördüm. Nasıl rahatladığımı anlatamam. Hemen üzerimdekileri çıkarıp güneşlenmeye gittim çünkü suyun altı oldukça soğuktu ve üşümüştüm. Kısacası güzel bir deneyimdi ama bana göre değil, bir daha yapacağımı zannetmiyorum :)) Benim yazdıklarıma göre de hareket etmemek gerek sonuçta bu işi çok severek yapanlar var ben sadece yaşadığım ve hissettiklerimi anlatmak istedim, suyun altı çok başka bir dünya.
Gelelim Fethiye’ye. Burada gün batımı bir başka güzel. Yavaşça dağların arkasına saklanan güneşi izlemek, dakikalar içerisine sıcaklığını kaybeden havayı hissetmek, güneşin batışının keyfini çıkaran paraşütçülere eşlik etmek hayranlık uyandırıcı. Tüm bu güzelliklerin yanında Kaş’a göre daha kalabalık bir yer. Özellikle ingiliz nüfusu oldukça fazla. E üzerine birde dünya kupası eklenince ingilizden geçilmez bir hale gelmişti biz gittiğimizde. Konakladığımız otel sahile oldukça yakındı. Buna rağmen Ölüdeniz!e yürümekte zorlandık. Hava aşırı derecede sıcaktı. Kesinlikle burada da sabah erken saatlerde kalkılmalı. Ölüdeniz aslında deniziyle, durgunluğuyla, bulunduğu konumuyla çok güzel bir yer. Ormanın içinde bulunan, kıpırtısız bir göl gibi adeta. Gün içinde suyun değişen renkleri, şanslıysanız karşınıza çıkan Caretta Carettalar, şahane kumsalı ve dingin denizi. Ama malesef işletmeciler sayesinde bizim gözümüzde o değerini yitirmiş durumda. Aşırı pahalı. Gerçekten aşırı pahalı. Daha içeriye girmeden resmen yürüyüş parası alıyorlar. İçeri girdikten sonra ise satın aldığınız her şey iki katı fiyatına. Bence kesinlikle insanlar aptal yerine konuluyor. İçeride yürümek için uzun bir mesafe var, çoğu insan o sıcakta yemek için tekrar geri yürüyemeyeceğinden yiyip içmek zorunda kalıyor ve akabinde kazıklanıyor. Ama içeride buldukları yeşilliğin altına örtü serip oturanlar da vardı yemeklerini de getirenleri gördüm. Belki bir alternatif olabilir.
- Aşağıda ki videoya gözatmayı unutmayın ↓↓↓ ^^
Rotamızın Kaş & Ölüdeniz olduğu dalmalı çıkmalı uçmalı kaçmalı bir yaz tatili videosu daha!Müzikler | Axwell Ingrosso – More Than You Know | Foster The People – Pumped Up Kicks (Bridge Law Remix)#summer #fun #kaş #ölüdeniz #gravity #fethiye #iztuzu #gocek #kekova
Barışcan Tuğlu paylaştı: 29 Temmuz 2018 Pazar
Tüm bunların dışında Ölüdeniz’in güzelliği ile ilgili kısa bir bilgi verelim. Lagun yani deniz kulağı adı verilen coğrafi bir oluşumdur. Çok fazla kaynak suyu çıkışı vardır. Sürekli olarak gel git yaşanmaktadır. Tarihi ise Likyalılara kadar uzanır. O dönemde Güneş Ve Işık ismi verilmiştir. Ölüdeniz ile ilgili birden fazla da efsaneler yazılmıştır.
Ölüdeniz’in güzelliğinden sonra rotamızı başka bir tura çevirdik. Haliyle burada da çokça deniz turu yapabileceğiniz firmalar mevcut. Biz tercihimizi Dalyan turundan yana kullandık. Yine sabahın erken saatlerinde otobüs bizi otelin önünden aldı ve yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuğun ardından Dalyan’a ulaştık. Ufak teknelere yerleşip Köyceğiz gölünde yola çıktık. İlk durağımız çamur banyosuydu. İçerisinde kükürt bulunan çamur ve yine içerisinde kükürt bulunan kaplıcalara geldiğiniz anda bozulmuş yumurta kokusunu yani kükürt kokusunu hemen alıyorsunuz. Biraz ağır kokuyor ama alışıyorsunuz. Çamura ilk attığımız adımda kendimizi bataklığa saplanmış gibi hissettik. Tek bacağım belime kadar çamura batmıştı. Herkes fazlasıyla eğleniyordu. Barış bir yandan kameraya çekmeye çalışıyordu ve çamura bulanmaması için ekstra çaba sarfediyordu onu çamura bulamak bana kaldı :))) Yüzüne gözüne yapıştırdım çamuru :))) Yeterince çamura bulandıktan sonra bir taşın üzerine çıkıp kuş misali kanatlarımızı açıp kurumayı bekledik. Çünkü böyle yapılması gerekiyormuş. Çamur iyice kuruduğunda deriniz geriliyor ve gözeneklerinizi açılıyormuş. Özellikle başta metabolizma, sinir, romatizma, siyatik, kadın ve cilt hastalıkları olmak üzere pek çok hastalığa iyi geliyormuş. İyice kuruyup, çatladıktan sonra kendimizi Köyceğiz gölüne attık. İyice temizlendikten sonra da kaplıcalara girmeye çalıştık. Çalıştık diyorum çünkü suyun sıcaklığının 39 derece olduğunu gördük. Adeta haşlanıyorsunuz, bu sebeple girmek zaman alıyor. Girdikten sonra da pek fazla kalamıyorsunuz, hem sağlık açısından yasak hem de vücudunuz buna el vermiyor zaten :))
Sağlığımıza kavuştuğumuza göre rotamızı caretta carettalara çevirdik, uzun bir Köyceğiz turu attık. Ve İztuzu Plajına ulaştık. Rodos depremi ile oluşmuş olan İztuzu Caretta Carettaların üremesi için ince kumuyla oldukça uygun bir alanmış. Bu sebeple akşamdan sabaha dek tüm sahil onlara ait, bizlerin girmesi yasak. Bir tarafı tatlı su diğer tarafı ise çok tuzlu Akdeniz olan bu plaja ulaşmak için tekneyle yarım saatlik bir yola çıkmanız gerekiyor. Biraz uzun çünkü kanallardan dolanarak gidiliyor. Bu kanallarıda sazlıklar oluşturuyor. Yol üzerinde Kaunos’luların muhteşem Kral Mezarlarını ziyaret ediyoruz. Tepedeki kayalara oyulmuş olan bu mezarlar M.Ö 4.yy’da yapılmış ve ihtişamını hala korumaktadır. Tekneler mezarların önüne gelip, durup yaklaşık 15 dakika boyunca tarihini, efsanesini anlatıyorlar. Oldukça etkileyici bir görünüme sahipler. Tüm bu doğal güzelliklerin yanında tarihede dokunuyor olmak insanı garip duygularla başbaşa bırakıyor.
Tarih dolu uzun bir sazlık yolundan sonra o mükemmel kumsala ulaştık. Sıcaktan fazlasıyla bunaldığımız için ilk işimiz tuzlu su tarafında serinlemek oldu. Sonrasında ise incecik kumların tadını çıkarmadan olmazdı. Alabildiğine uzun olan bu sahilde özgürce koşası geliyor insanın. Bu yüzden Barış’ın elini kaptım ve sahile götürdüm. Şanslıymışız ki bir kaç saniyeliğine de olsa kocaman bir Careta Caretta ile karşılaşma fırsatı yakaladık.
Akşamına ise Fethiye’de kesinlikle yapılması gereken şeylerden biri günbatımına karşı yemek yemek ve eğer tabi seviyorsanız manzaraya eşlik eden rakıyla günü sonlandırmak.
Bu arada başka keyifli bir mekandan bahsedeyim. Mekanın adı ‘Şey’. Smoothieleri şahane. Benim tavsiyem fıstıklı olan, Barış ise meyveli olanı tavsiye ediyor. Biz doyamadık içmeye, mekanda çok samimi. Ayrıca La Casa De Papel dizisindeki Profesör de orada çalışıyormuş bizden söylemesi :))
Vee tabiki Fethiye’ye asıl geliş amacımız yamaç paraşütü yapmaktı. Yine aynı şekilde Fethiye’de yamaç paraşütü ve daha bir çok aktivite yapan firmalar var. Yamaç paraşütünü yapmayı çok istiyordum ve korkmuyordum sadece biraz tedirgindim o kadar. Barış beşinci kez bu deneyimi yaşayacağı için beni en çok rahatlatan da o oldu. Daha önce hiç aklımda yokken aklıma sokan da o oldu :)) O sabah herkesin üzerinde ekstra bir gerginlik vardı, kimse yerinde duramıyor biran önce Babadağ’a çıkmak istiyordu. Bir servis bizi firmanın bulunduğu yerden aldı ve başladık tırmanmaya. Dolana dolana neredeyse yarım saat boyunca tepeye çıktık. Uzun bir sürede çıkılıyor ama şu sıralar teleferik yapılmaya başlanmış, bu süreç kısalacak gibi duruyor. Her dönüşümüzde benim kulaklarım biraz daha tıkanmaya başladı. Ama nafile artık geri dönüş yoktu. Tepeye ulaştığımızda insanın ilk dikkatini çeken yükseklik oluyor. Biz 1700 m yükseliğe ulaştık. Dik bir yokuş üzerinde paraşütler hazırlanıyor, geri sayım yapılıyor ve uçuşa geçiliyor. Nedense tüm tedirginliğimi atmıştım üstümden, gayet sakin ve istekliydim artık biran önce gökyüzüne kavuşmak istiyordum. Bu sefer Barış beni kamerayla çekerken gülüyordum, mutluydum, dalıştaki gerginliğimden eser yoktu.
Pilotum yanıma geldi, ekipmanlarımızı giydik, kaskımızı taktık ve ben daha hiç bir şey anlamadan iki çekiştirme sonrasında kendimi havada buldum. Daha dağdan aşağı koşmadan hemen yükseliyorsunuz o yüzden bence korkulacak bir şey yok. İçiniz hoplamıyor :)) Sonra kuşlar gibi süzülmeye başlıyorsunuz. Ben o kadar etkilendim ki pilotum neden konuşmuyorsun, her şey yolunda mı diye sordu. Her şey o kadar yolunda ve muhteşemdi ki konuşmama pek gerek yoktu tek istediğim sadece izlemekti. Ben kendimi sanırım daha önce bu kadar özgür hissetmemiştim. Gökyüzündesiniz her şey, herkes sizden çok uzakta, sonsuzluğa doğru giden bir deniz ve yalnızca siz varsınız ve en keyiflisi uçuyorsunuz. O kadar yüksektesiniz ki ufka baktığınızda artık düz bir çizgi değil kavis görüyorsunuz. Sanki bu ilk değilde hep uçuyormuşum gibi hissettim. Pilot paraşütü bana da kullandırdı, ufak ufak sağa sola dönüşler yaptım, uçmak kadar kullanması da keyifliymiş. İşin içine biraz da heyecan katmak gerek dedik ve akrobasi hareketleri yapmaya başladık. Adrenalin etkisi olsa gerek beni bir kahkaha tuttu, her harekette bağıra bağıra kahkaha attım ve buna engel olamadım :)) O sırada tepemde birinin daha uçtuğunu ve bana seslendiğini duydum. Bir baktım ki Barış. Hemen peşimde, beni takipte. İyice yanaştı, o kadar yaklaştı ki sohbet edebilecek düzeye geldik. Gökyüzünde bile onu yanımda görebilmek, sesini duyabilmek, heyecanını paylaşabilmek çok değerli anlardı. Başka değerli anlardan birisi ise pilotun söylediği cümleydi, sanırım hiç bir zaman unutmayacağım. Tam süzüldüğümüz anlardan birinde kollarını gökyüzüne açarak ”işte burası da benim iş yerim” dedi. O kadar imrendim ki, onun yerinde olmayı, Fethiye’de yaşadığımı hayal ettim. Hayal etmesi bile güzeldi ama tabii imkansız değil Barış zaten en başından beri uçmayı çok seviyor ve pilot olmayı istiyordu. Kim bilir belki bir gün..
Bol adrenalinli, gerilimli ama bir o kadar da keyifli bir seyahat daha bitirdik. Anılarımızı biraz daha zenginleştirdik, anlatacak daha çok şey biriktirdik.
0 yorum